Abdullah-ı Tercümân ”rahime-hullahü teâlâ”

Büyük âlim ve evliyâ. Ebû Muhammed Abdullah bin Abdullah Tercümân Mayorkî İspanyol papazı iken, Tunus’a gelerek müslüman olan zât. Asıl ismi, Anselmo Turmeda idi. Lakabı Abdullahit-tercümân idi. 757 [m. 1356]’da İspanya’nın Akdeniz’de bulunan Balear adalarının büyüğü olan Mayorka adasında, bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. 832 (m. 1429)’da Tunus'tavefât etti. Kabri Sûkusserrâcîn yakınında Bâb-ü minâre semtindedir.

Babası onu, altı yaşına girdiğinde, bir papaz öğretmene teslim etti. Bu papazdan İncîl’i okudu. İki senede İncil’in yarısından fazlasını ezberledi. Bu sırada, İncîl’in lügatları ve mantık ilmi üzerine çalıştı. On dört yaşında, Hıristiyanlarca ilim merkezi sayılan “Larde” şehrine gitti. Papazlardan ilim öğrenmek isteyenler burada toplanırdı. Buradaki Aragon Krallığına ait üniversiteside altı sene kadar aritmetik, geometri, tıb ve astronomi ilmi öğrendi. Bu arada Yunanca ve İbrânîce öğrendi. Dört sene daha İncîl’i ve lügatlarını okudu. Yirmi dört yaşında iken, “Nebûniye” şehrine gitti. Orada zamanın en seçkin papazı olan Nikola Mertil’den ders okudu. Bu papaza hükümdârlar bile müracaat eder ve hediyeler gönderirlerdi. Bu papazdan hıristiyanlık dininin usûl ve hükümlerini okudu. İncîl’i tamamını ezberledi. Dâima hizmetinde bulunup, ona yakın olmaya çok i’tinâ ve ihtimâm gösterdi. Papaz da, onu en yüksek talebesi olarak herkese takdim ederdi. Hattâ o kadar yakın oldu ki, evinin ve anbarlarının anahtarlarını ona teslim ederdi. Böylece Anselmo Turmeda, on sene Nikola’ya tam teslimiyetle hizmet etti.

Birgün papaz hastalanıp derse gelmedi. Derse gelenler arasında, cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma; “Senden sonra bir peygamber gelir, ism-i şerîfi Paraklit’tir” meâlindeki ilâhi hüküm üzerinde çok münâkaşa oldu. Fakat sonuca varılamadan meclis dağıldı.

Anselmo Turmeda, oradan ayrılarak, papazın evine gitti. Nikola Nertil, ona; “Bugün aranızda ne gibi hâdiseler cereyan etti?” diye sordu. O da; “Paraklit isminde ihtilâf oldu” deyip, olanları anlattı. Papaz; “Sen ne cevap verdin?” diye sorunca; o, “İncîl’de olan bir cevâbı verdim” dedi. Papaz; “Sen kusur etmemiş, sorunun cevâbına yaklaşmışsın. Filan hatâ etmiş, falan yaklaşmış. Lâkin doğrusu bunlardan hiçbirisi değildir. Bu yüce ismi, ancak ilimde çok ileri gitmiş olanlar bilir. Sizin ise, ilimden nasîbiniz çok az birşeydir” dedi. Bunun üzerine Anselmo Turmeda, Nikola Mertil’e; “Efendim! Siz bilirsiniz ki, ben vatanımı bırakıp uzak bir ülkeden buraya geldim. On senedir, hizmetinize devam ve rızânızı kazanmağa gayret ettim. Sizden sayılamıyacak derecede bilgi öğrendim. Şimdi siz muhterem üstadımdan, bu mübârek ismi dahî bana açıklamak sûretiyle ihsânınızı tamamlamanızı istirhâm ederim” dedi. Papaz, bu sözlerden sonra ağlamaya başladı ve; “Oğlum! Vallahilazîm, bana olan iyi hizmetin, sevgi ve sadâkatinden dolayı seni çok severim. Evet bu mübârek ismi bilmekte sayısız faydalar vardır. Fakat, korkarım ki saklayamayıp söylersin. Sonra hıristiyanlar, seni o dakikada öldürürler” dedi. Papazın bu sözlerinden sonra, merak ve heyecanı bir kat daha artan Anselmo Turmeda; “Üstadım, Allah, İncîl ve Mesih hakkı için, bana söyleyeceğiniz sırların hiçbirisini ifşa etmem” deyince, Papaz ona; “Oğlum! Sen benim yanıma geldiğin vakit, memleketinin, müslüman memleketlerine yakın olup, olmadığını, müslümanlarla kavga edip etmediğini sormuştum, işte bu suali, İslâmiyet ile aranızdaki ayrılığın derecesini ölçmek için sormuştum. Bil ki; “Paraklit” ismi, müslümanların Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (aleyhisselâm) mübârek ismidir. O’na, Danyâl aleyhisselâmın lisânı üzere dördüncü kitap olan Kur’ân-ı kerîm nâzil olmuş ve bu kitabın, O Peygamber-i celîle nâzil olacağı ve dininin hak din, milletinin de İncîl’de adı geçen beyaz bir millet olduğunu, Danyâl aleyhisselâm haber vermiştir” dedi. Bunun üzerine Anselmo Turmeda; “Hıristiyanlık hakkında ne dersiniz?” diye sorunca, papaz çok ciddi bir tavır alarak; “Oğlum, eğer hıristiyanlar Îsâ aleyhisselâmın dîni üzere olsalar, ilâhî din üzere kâim olmuş olurlardı” dedi. Anselmo, “Öyle ise bu işten kurtuluş nasıl olur?” dedi. Papaz; “Müslüman olmakla” deyince, Anselmo; “Müslüman olan kurtulur mu?” diye sordu. O da; “Evet, müslüman olan kimse, dünyâ ve âhırette saadet bulur” deyince, Anselmo; “Efendim, akıllı olan kimse, en faziletli ve en hayırlı olan şey ne ise, kendi için onu seçer. Siz, İslâm dininin fazilet ve yüksek kıymetini kavradığınız hâlde, niçin müslüman olmadınız? Ne mâni vardı?” dedi. Papaz; “Oğlum, Allahü teâlâ İslâmiyetin faziletini ve İslâm Peygamberi’nin şerefini, bana küçük yaşta değil, ihtiyârladıktan sonra nasîb etti. Bu husûsta bizim için öne sürülecek bir özür yoktur. Belki ilâhî huccet üzerimizde durmaktadır. Eğer sen yaşta iken Hak teâlâ bana hidâyet buyurmuş olsaydı, herşeyi terk eder, Hak dînine alenen girerdim. Dünyâya muhabbet, her günâhın temeli ve başıdır. Hıristiyanlar, benim İslâmiyete az bir meylimin olduğunu bilseler, derhâl öldürürler. Farzedelim ki, ellerinden kurtulup İslâm memleketine gittim. Beni anlamazlar, doksan yaşında bir ihtiyâr olarak, açlıktan ölebilirim” dedi ve zâhiren hıristiyanlık dîni üzerine kalacağını bildirdi. Bunun üzerine Anselmo; “Efendim, ben İslâm diyarına gidecek ve İslâm dînine girecek olursam, bana yardım ve delâlet eder misiniz?” deyince, o da; “Eğer aklın varsa ve kurtuluşa ermek istersen hiç durma, git. Dünyâ ve âhıret saadeti senindir. Fakat aramızda geçen bu sözlere şimdi hiç kimse vâkıf değildir. Konuştuklarımızı çok gizli tutmalısın. Eğer bunlardan birşey sezdirecek olursan, hıristiyanlar seni o ânda öldürürler ve ben seni kurtaramam. Bunları benden işittiğini söylemen de sana fâide vermez. Çünkü ben, canımı kurtarmak için inkâr ederim. Sözlerim, senin aleyhinde dinlenir” dedi. Anselmo da; “Böyle bir hâlden Allahü teâlâya sığınırım” dedi.

Sonra yol hazırlıklarımı yaptı ve Nikola ile vedâlaşıp yola çıktı. Nikola ona, yol harçlığı yapması için elli altın verdi. Oradan deniz yoluyla memleketi olan Mayorka’ya gitti. Altı ay orada kaldıktan sonra, Sicilya’ya gitti. Orada da altı ay müslüman ülkelerine gidecek bir geminin gelmesini bekledi. Nihâyet Tunus’a gidecek bir gemi geldi. Ona binerek 790 [m. 1388]’de Tunus’a gitti. Anselmo’nun Tunus’a geleceğini duyan Tunuslu papazlar ve Hıristiyanlar, onu karşıladılar ve dört ay kadar yanlarında misâfir ettiler.

Anselmo, “Tunus Beyliğinin merkezinde Katalanca bilen birisi var mı?” diye sordu. O zaman Tunus Beyi, Ebü’l-Abbâs Ahmed idi. Onun özel doktoru Tabîb Yûsuf Katalanca biliyordu. Bunu duyunca çok sevinen Anselmo, “Beni hemen o doktora götürün” deyince, onu doktorun yanına götürdüler. Anselmo, durumu doktora arz edip; “Müslüman olmak için geldim. Sultan Ebü’l-Abbas Ahmed Mustânsır’ın huzuruna çıkıp Müslüman olmak istiyorum” dedi. Doktor, bu hayırlı işin kendi vâsıtası ile olacağına çok sevindi. Çünkü, müslüman değil iken müslüman olan bir kimsenin bütün günahlarını Allahü teâlâ affedip bağışlar. Böyle bir kimsenin duâsı makbûldür. Böyle birinin duâsını almak, müslümanlar için büyük bir saadettir, işte, doktor da bu saadete kavuştuğu için sevindi. Atına bindirip, Anselmo’yu hükümet konağına götürdü. Doktor, Ebü’l-Abbâs Ahmed’in huzûruna girip, durumu arz etti. Huzûra kabûl için izin aldı. Anselmo, huzûra çıkarılınca, Ebü’l-Abbâs Ahmed, önce yaşını sordu. Sonra; “Hoş geldiniz” dedi. Anselmo Turmeda, Kelime-i şahâdet getirip müslüman oldu.  Ebü’l-Abbâs, “Çok güzel, müslüman oldunuz. Allahü teâlâ mübârek eylesin” dedi. Bunun üzerine Anselmo doktora Katalanca; “Efendimize söyleyiniz. Bir kimse dînini değiştirecek olursa, onun hakkında çok dedikodu olur. Rica edeyim, burada bulunan hıristiyanların ileri gelenleri çağırılsın. Benim hâlim onlardan sorulsun. Hakkımda ne çeşit şehâdet edecekleri dinlensin. Ondan sonra müslüman olayım” dedi. Bu rica Tunus Beyi tarafından kabûl edildi. Ebü’l-Abbâs Ahmed; “Sen, Abdullah İbni Selâm’ın îmân ile şereflendiği zaman, Peygamber efendimizden (aleyhisselâm) taleb ettikleri gibi bir ricada bulundun” dedi. Tunus Beyi, hemen Tunus’ta bulunan ba’zı hıristiyanları ve ileri gelen papazları çağırttı. Bu arada Anselmo da bitişik odaya koydular. Ebü’l-Abbâs Ahmed onlara; “Gemi ile gelen şu yeni papaz hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Onlar; “Dînimizin büyük âlimlerindendir. Büyüklerimiz, ondan daha yüksek ilim derecesinde birini görmediklerini söylediler” dediler. Ebü’l-Abbâs Ahmed; “Eğer o adam müslüman olursa ne dersiniz?” diye sorunca, hepsi birden; “Allah göstermesin. Bu kişi, hiçbir zaman bunu yapmaz” dediler. Ebü’l-Abbâs Ahmed onlardan bu sözü işitince, bitişik odadan Anselmo’yu çağırttı. Huzûra girince, onların yanında Kelime-i şehâdet getirdi. Hıristiyanların hepsi şaşkınlık ve dehşet içinde kaldılar ve; “Bu adama bu işi yaptıran, ancak evlenme arzusudur” dediler. Zîrâ Hıristiyanlıkta papazlar evlenemezler. Sonra hepsi çıkıp gittiler. Müslüman olduktan sonra, Anselmo’nun ismi; “Abdullah” oldu. Ebü’l-Abbâs Ahmed, ona günde bir çeyrek altın maaş bağladı.

Anselmo kısa bir süre sonra, Hacı Muhammed Saffâr’ın kızı ile evlendi. Sultan, düğünde yüz altın ile, bir kat elbise hediye verdi. Düğününü bu para ile yaptı. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Adını Muhammed Abdülhâlîm koydu.

Müslüman olduktan sonra, 792 [m. 1390]’da ona liman reîsliği vazîfesi verildi. Bundan maksad Arabcayı çabuk öğrenmesi idi. Bir yıl gibi kısa zaman zarfında Arabcayı öğrendi. Daha sonra Mehdî şehrine giderek, oradaki Ceneviz ve Fransız donanmasının Mehdiye şehrine yaptığı saldırı esnasında tercümanlık yapıp düşman tarafından gelen mektûpları tercüme etti. Hem levazım görevlisi hem de mütercim olarak seferlere katıldı. Kabis ve Kafsâ muhasaralarında da sultanın yanında bulundu. “Kabis” kalesinde hazîneler müdürü oldu. Orada iken Ebü’l-Abbâs Ahmed hastalandı. 796 (m. 1394) senesinde vefât etti. Yerine oğlu Ebü’l-Fâris Abdülazîz geçti. O da Abdullah-ı Tercümân’ı aynı vazîfede bıraktı ve ayrıca misâfirhânelerin idâresini de ona verdi.

Bu duruma tahammül edemeyen Hıristiyanlar Abdullah-ı Tercümân’ı müslümanlıktan vazgeçirmek için harekete geçti. 804 (m. 1402)’de Mayorka kral nâibi Roger de Montcada, Abdullah-ı Tercümân’a ülkesine dönebilmesi papaya karşı korunacağını bildiren bir emânnâme gönderdi ise de bir sonuç alamadı. Hedeflerine ulaşamayınca bu sefer, Abdullah-ı Tercümân’ın eski arkadaşı ve Sicilya kralının danışmanı papaz Fransis’i Tunus’a gönderdiler.

Abdullah-ı Tercüman, liman reîsi ve tercüman iken, müslüman mallarını taşıyan bir gemi limana gelip demirlerdi. Onu müteakip, Sicilya’ya âit iki gemi geldi. Fransis de bunların arasında idi. O iki geminin adamları, müslümanların mallarını getiren gemiyi zaptettiler. Müslümanlar canlarını zor kurtardı. Gemideki eşya ve yükler yağma edildi. Ebü’l-Fâris bu olayı duyunca, dîvânı toplayıp, bedel verilerek müslümanların mallarının kurtarılmasını istedi. Dîvân üyeleri bir tercüman gönderdiler. Fakat, Hıristiyanlar çok yüksek bedel istedikleri için, anlaşma olmadı. Sonradan bu gemilerle, Sicilya’dan hatırı sayılan bir papazın geldiğini öğrendiler. Bu papaz, Abdullah-ı Tercümân’ın talebelik arkadaşı idi. Birbirlerini çok severlerdi. Bu papaz, Abdullah-ı Tercümân’ın müslüman olduğunu işitmiş ve çok üzülmüştü. Onu tekrar Hıristiyanlık dînine döndürmek için buraya gelmişti. Gemiye gelen tercümana bir mektûp vererek; “Bu mektûbu liman reîsi olan Abdullah’a ver. Sana şimdi bir altın, cevâbını getirdiğin takdîrde de bir altın veririm” dedi. Tercüman mektûbu alıp, dîvân başkanına verdi.

Papazın, Abdullah-ı Tercümân’a gönderdiği mektûp şu idi; “Kardeşin Papaz Fransis, selâmdan sonra sana şunları bildirir: Ben bu beldeye, seni bulup, beraberce geri dönmek için geldim. Bugün Sicilya’ya hâkim olan kimsenin yanında yüksek bir me’muriyet sahibiyim. Azletmek, ta’yin yapmak, memleketin bütün işleri benim elimdedir. Şimdi sözüme kulak ver de, Allah’ın bereketinin bulunduğu bu tarafa gel. Mallarım ve diğer eşyalarım elimden, çıkar diye sakın korkma. Ben, hayâl ettiğinden daha çok ve seni tatmin edecek mal ve makam sahibiyim, istediğini vermeye hazırım. Selâmlar.”

Dîvân başkanı mektûbu bir Cenevizliye tercüme ettirdikten sonra, aslı ile beraber Ebü’l-Fâris’e gönderdi. Ebü’l-Fâris mektûbu okuyunca, Abdullah-ı Tercümân’ı huzûruna çağırdı. O huzûruna girince, Sultan; “Abdullah, bu mektûp deniz ötesinden geldi. Oku bakalım ne yazmışlar, anlıyalım” dedi. Abdullah-ı Tercüman mektûbu okuyup, gülmeye başladı. Tunus Beyi; “Ne gülüyorsun?” dedi. O da; “Efendim, Allah size zaferler versin. Bu mektûp, bana eskiden dostum olan bir papazdan gelmiş. Hemen tercüme edeyim” deyip, bir kenara oturup mektûbu tercüme ettikten sonra Ebü’l-Fâris’e verdi. O mektûbu alıp okuduktan sonra, kardeşi İsmâil’e vererek; “Vallahi hiçbir sözü terk etmemiş, olduğu gibi tercüme etmiş” dedi. Abdullah-ı Tercüman merakla: “Bunu nereden anladınız?” diye sordu. Tunus Beyi de; “Cenevizli birisinin yaptığı başka bir tercümeden” dedi. Abdullah-ı Tercüman; “Efendim, benim vereceğim cevap, tarafınızdan bilindiği üzere, hak dine aşinalığımdan dolayı, kendi isteğimle müslüman olduğumu bildirmektir. Bana yazı ile bildirilen diğer şeylere cevap vermem” dedi. Bunun üzerine Ebü’l-Fâris; “Ey Abdullah! Senin tam ve doğru müslüman olduğunu öğrenmiş olduk. Bu husûsta hiçbir şüphemiz yoktur. Fakat, “Harb hiledir” hadîs-i şerîfi gereğince, papaza yazacağın cevapta; Müslüman mallarının geri verilmesi husûsunda gemi rahibine; “Anlaşmaya varıldığı takdîrde, malların tartılması behânesi ile kantarcı ile çıkıp, gece gemiye kaçacağını bildir” dedi, Emîr üzerine bir mektûp yazdı. Papaz cevâba çok sevindi. Malların geri verilmesi için istedikleri bedeli çok azalttırdı. Sonra malları tartacak adam gemiye gidip, malları teslim aldıktan sonra geri döndüğü hâlde, Abdullah-ı Tercüman gemiye gitmedi. Papaz ümidini kesince, gemiyi kaldırtıp gitti. Hıristiyanlar bundan da bir netice elde edemediler. Papa XIII. Bénoit tarafından 816 [m. 1414]’de çıkarılan bir kararla, eski dinine dönmesi halinde kendisine büyük vaadlerde bulundularsada bu da sonuçsuz kaldı.

Hıristiyanlığın iç yüzünü, nasıl bozulduğunu gösteren “Tuhfet-ül-erîb” adında bir kitap yazdı. Bu kitabını, 823 (m. 1420) senesinde tamamladı.

824 [m. 1421]’de Aragon Kralı Alphonse le Magnanime, Tunus’ta ülkesine ait mahkûmların serbest bırakılmasında gösterdiği çabalar sebebiyle Tunus Sultan’ı Fâris’in oğlu Abdullah Türkî’ye yardımları için bir teşekkür mektubu gönderdiği gibi; Abdullah-ı Tercümân’ın da ülkesinde serbestçe seyahat etmesi için 17 Şevvâl 826 [23 Eylül 1423] tarihinde bir belge gönderdi.Fakat Abdullah-ı Tercümân bu dâvete hiç itibar etmediği gibi gönderilen belgeyi de dikkate almadı.

Abdullah-ı Tercümân 832 (m. 1429) senesinde Tunus’ta vefat etti.

Müslüman olduktan sonra da kendi ana dili olan olan Katalanca birkaç eser yazdı. Bunlar; Ahlakî Nasihatlar, İnsanın hayvanlar karşısındaki üstünlüğü ve kıymetini ile hıristiyan rahiplerin ahlâkî bozukluklarını anlatan mensur bir eser ile, Ahlâkî Nasihatları ve doğduğu adayı anlatan şiir kitaplarıdır.

“Tuhfet-ül-erîb” 1290 (m. 1873) senesinde Londra’da, el-Münkız kitabı ile birlikte 1402 (m. 1981) senesinde İhlâs Vakfı tarafından İstanbul’da bastırıldı. Bu kitabı Hacı Zihni Efendi Türkçeye çevirdi. Oğlu Abdülhalîm , bu kitabı Arabca olarak kısalttı. Türkçesi, Osmanlılar zamanında İstanbul’da basıldığı gibi, latin harfleri ile 1385 (m. 1965) senesinde tekrar bastırılmıştır. Yazması, Berlin Kütüphânesi’ndedir. Ayrıca Farsça, Fransızca, İspanyolca, Katalanca ve Almanca gibi dillere de tercüme edilmiştir.

İletişim

İletişim formunu kullanabilir ya da aşağıdaki e-posta adresimiz aracılığı ile istekte bulunabilirsiniz. E-Posta : bilgi@mybelovedprophet.com

Telif Hakkı 2024 My Beloved Prophet.